19.12.2007

Dansçı Ben

Dans bedensel bir pratiktir. Kinestetik bir tarihtir. Bedenli bir yazıdır. Bu yazının öznesi ise dansçıdır. Dansçı’nın bedenidir. Ve bu beden yaşayan, tepki veren, seçimleri, kararları, merakları olan bir bireydir aynı zamanda. Şimdi ben danstan söz ediyorsam eğer, o halde insandan, kendimden söz ediyorum. İşte bu yüzden dans edemeyecek bir insanın olduğunu düşünmüyorum. Çünkü, Dansçı Ben izin vermez buna. Dans etmek, hatta şu anda yapıyor olduğum gibi, dansı düşünmek, dansı yazmak, unuttuğum bir dili yeniden anımsamamı sağlıyor. Sözsüz, algısal, rastlantısal, deneyerek yanılan, öğrenen, yoğun duygusal tepkilere dayanan bir iletişim, anlama ve bilgi dönemindeki atalarımla buluşturuyor beni. Dans, müziğin, şiirin, rüyanın, görünün, büyünün bir aradalığından oluşan bir kutlamaydı o dönemlerde. İnsanların ve ruhların bir arada bulunduğu bir ritüeldi. Dansçı Ben karşılaştığı her somut ve soyut nesne/olay ile ilişki kurmayı denedi. Korktu, sevdi, kaybetti, büyüdü, ağladı, kendinden geçti, taptı, büyüttü, büyülendi, büyüledi. Ne yapacağını bilemediği her karşılaşma anında taklit etti, isimler verdi, yüceltti. Unutmamak için tekrarladı. Tekrarlar törenlere dönüştü. Dans, doğa ve doğadaki varlıklarla iletişim kurma çabası olarak biçimlendi. İnsanın yaşadığı yeri, birlikte yaşadığı insanları (hayvanları, toprağı, bitkileri, gök gürültüsünü, ateşi, suyu vb.lerini) ve kendini anlama çabasının ürünü oldu. Saygı, korku ve kontrol etme dürtüleri arasında bir dil yaratıldı.

Dansçı Ben’in düşgücü sonsuzdur. Dansçı Ben rüzgardır, denizdir, başaktır, kartaldır. Dilediği her biçimde, istediği her kılıkta, Tanrı’nın soluğudur, doğa’nın suretidir. Dansçı’nın bedeni ile karşılaştığımızda Dançı Ben devreye girer. Gördüğümüz ama aynı zamanda hissettiğimiz şey, saygı ve korku arasındaki o eski dürtüdür. Ritüel ile sanatsal yaratıcılık arasındaki sınır belirsizleşir. Dans, yapabileceklerimizin bilgisidir. Bize, hayranlıkla dolu bir yetersizlik duygusu içinde, bedenimizin potansiyelini gösterir. Dans bana kendimi anlatır. Korktuğumu, utandığımı, seviştiğimi, öldüğümü, çoğaldığımı ve bunların karşıtlarını da içimde barındırdığımı hatırlatır. Bedenin ve ruhun tüm hallerini, yerde, yerin üstünde, yerin altında... Dans, üzerinde durduğum dünyada nasıl davrandığımı anlatır. Bu yüzden insan davranışlarıyla oluşturulmuş kinestetik bir tarih; bir bedensel pratik olarak, kültürü, hafızayı kaydeden bir yazıdır. Bu durumda bir dans biçiminin unutulması bize ne söylemeli? Dansçı Ben ne zaman efsane haline geldi? Algısal olan, yerini zamanla akılsal olana bırakırken, duygular ortadan kalkmadılar belki ama, kontrol altına girdiler. Mantık ya da zeka düşgücü’nün enginliğini zedeledi. Farklı biçimlerde dönüşerek dallara ayrıldı dans. Bir ürünken araç da oldu. Bugün dans ettiğimizde bu yüzden Dansçı Ben’e ulaşan yollardan birinde devinir oluyor bedenimiz.

Dans mitolojilerin ya da tapınımların yansılaması olur. İnsanı ilahi güçlere yaklaştırır. Kültürel bilgiyi korur ve besler. Kutlamalardan festivallere, önemli olayları hatırlatır. Bedenin sıradan olduğu gibi sıradışı hallerini gösterir; yeteneklerini –ve yeteneksizliklerini sergiler. İnsanın kendini çevreleyen doğa ile nasıl iletişim kurduğunu gösterir. İnsanı sosyalleştirir. Bireyin toplum içindeki ilişki ve deneyimlerini yansıtır. Toplumsal ahlak ve değerler, tabular, kadın ve erkek ilişkileri hakkında bilgi verir. Sevinçleri, başarıları, cesareti, zekayı taşıdığı gibi, yalnızlığı, yanılgıları, şehveti, açlığı da taşır. Dans eden beden öznedir, nesnedir, görür, görülür, deneyimler, deneyimlenir, hareket eder, hareket ettirilir. Dansçı’nın bedeni olağanüstüdür, ama gerçektir. Yükselir, alçalır, kasılır, gevşer, küçülür, katlanır, bükülür, sıçrar, fışkırır, durulur, durur, yatar, daralır. Ve bütün bunlar sayısız imgenin an be an canlanmasına neden olur. Ve her bir imge kişisel, toplumsal, fiziksel, biyolojik, psikolojik, sosyolojik, estetik, tarihsel, kültürel birimler ölçüsünde anlamlar üretir. Dansı dansçıdan ayıramadığımız bu süreçte, farklılıkların ve benzerliklerin eş anlı olarak bulunduğuna tanık oluruz. Yaşam deneyimimizde olduğu gibi.

Sürekli dans eden bedenden söz ettim. Dans edemeyen bir beden de var mı? Dansın kabul edilebilirliğini kim/ne sağlar? Bir insan neden dans edemediğini düşünür? Dansçı güzel midir, şişman ya da kısa mıdır? Dans eden bedenin beğenilir olması ne ile ilgilidir? Hangi beden utanır, hangi beden kışkırtır? Aslında bu soruların yanıtları da Dansçı Ben’e giden yolları oluşturur. Ancak, karşıtlıkların ve geçişkenliklerin çeşitli nedenlerle ayrıldıkları noktada, Dansçı Ben bir efsane’ye dönüşmekte, ayrışmakta, unutulmaktadır. Oysa dans hatırlatandır.

Şimdi kendi doğama dönmek istiyorum. Bu fotoğrafı gördüğümde sanırım 13 yaşındaydım. Büyülenmiştim! Çünkü, uçabiliyordu O. Bugüne kadar sapsarı imgesini içimde sakladığım bu fotoğrafı, şimdi yeniden hatırlıyorum. Nerede ve nasıl durduğuna akıl erdiremediğim bu dansçı’nın, beni bana davet ettiğini duyumsamışımdır her zaman. Bir süre sonra Martha Graham olduğunu farkettiğim bu kadın, bütünüyle hareketin kendisiydi benim için. Bedeni kendisiydi! Ve beni çağırıyordu, Dansçı Ben’i! Yükseltiyordu bu beden beni, kendi yükselişi anında, beni de yükseltiyordu. Sınır tanımaksızın geriye doğru esneyerek, kendinden yüzde yüz emin bir açıklıkla, cesaret fışkıran, fışkırtan bir bedendi bu. Ve inanamayacağım denli yakın geliyordu bana. Hayatım boyunca Onu anımsadığım her an, o parlayan güneş olduğuma inandım ben. Dansçı Ben’e inandım. Dans ettim, dansı düşündüm, dansı yazdım. Pek çoğumuz gibi.

Evren Erbatur

17.12.2007

“Bedenin Sınırları Görünmezdir”


Kendi bedenimden ve beden(im) ile kurduğum ilişkilerden gelen düşüncelerimi yazıyorum buraya.
Bedenin sınırları görünmezdir, ama farkedilebilir.

Sözcüklerimin hepsi bedenimden çıktı.


Beden üşür, sevişir, terler, ölür, kanar, yaralanır, sivilcelidir beden; yorulur, kokar, acıkır, şişmanlar.

Bedenin sınırları deyince, aklıma ilk gelen şu: Bedenim benim ile mi sınırlı? Kelebekler ile aynı mekanda yaşamaz mıyım? Kuşlar ve ağaçlar ile. Her akşam yürüdüğüm kaldırımdan, sokağımın kedisi de geçmez mi?

Her gün saatlerce süren trafiği, başka bedenler ile yan yana aşarken, kimin yanında olduğumuzun hiç de farkında değiliz. Bir başka insan ile yan yana bulunduğumuzu umursamıyoruz bile.

Dokunmaktan değil, göz göze gelmekten korkar olduk. Çünkü, fiili olarak saldırıya da uğruyoruz.

Beden ile birlikte ve onun içinde yaşarız. Düşüncelerimiz kendi evrenimize doğru çekilirken, omzumuzdaki bütün yükler, bir başka yerde olmanın hayalinde eriyip giderler. Bedenin sınırları uzayıp, genişler.

Bedeni(mizi) – acımasız bir biçimde- unuturuz. Düşlediğimiz bir yerlerde, düşlediğimiz –başka- bedenlerde saklarız ya da olmak istediğimiz bedende miyiz, beden miyiz?

Bedenin sahibi kimdir? Bedenin sınırlarını kim çizer? Bedenin sınırlarını kim geçer?
Bedenin sınırları, bedenin sınırlandırıldığını da ortaya çıkartır.

Bekareti kim bozar? Kim tecavüz edebilir? Kim öldüresiye dövüp, işkence edebilir? İnsan nasıl ve hangi koşullar içinde ölür?

Bedenin sınırını deri(miz) çizer ve derimizin içini dolduran damar, kemik, kas, yağ, sinir, organlar ile birlikte fiziksel görünürlüğümüzün biçimi oluşur. Peki, insan dediğimiz...?

Bedenin bir araba, cep telefonu ya da buzdolabı, karton bir kutu olmayıp; yaşayan, canlı, etten ve kemikten bir organizma olduğunu unuturuz. Bir bedenimizin olduğunu unuturuz.

Ruh sağlığını tehdit eden dietler, belirli gün ve mevsimlerde yapılan spor etkinlikleri, estetik ameliyatlar, botoks vb. süreçler, bedeni bir vitrinmişçesine “hazırlayarak” dışarı/sokağa çıkartır.

Her beden kendine özgüdür. Bedenimizin kendine özgü yanı, bizlere insan olarak özgünlük de kazandırır. Aynı bedenin yabancılaşması, yabancılaştırılması ise ne tuhaf!.

Beden yaşlanır, acır, büzüşür; beden toprak olur gider, yeniden doğar.
Mutant, kopya, simulasyon, cyborg…

Beden kadındır, erkektir, top modeldir, beyazdır, engellidir, blumiadır, çocuktur, iktidarsızdır... Bu beden benim değil mi? Ben bu beden değil miyim?

Evdeki beden, işteki beden, sokakta yaşayan beden, parayla alınan beden, yataktaki beden... Çıplaklığımızı kimin görmesine izin veririz?

Uzunca bir süredir kadın bedenleri olduğu gibi erkek bedenleri de arzulanabilir özne-nesneler olarak karşımızda.

Bedenimiz olduğumuz ve olabildiğimizi düşündüğümüz insanın potansiyelini taşır.

Mini etek, derin dekolte, dar bluzlar cinselliği ön plana çıkartıp kabul gören bedenler yaratırken, bedenin ayıp ve günah kavramları ile ahlak dışı sayılması ne demek?

Görüntünün sahiciliği karşısında her şeyi “muktedir” kılan beden, gerçek yaşamda sanıldığı gibi değildir. Burada beden bir insandır ve insanlar arasında kurulması gerekli olan ilişkiler vardır.

Bedenin sınırları ile uğraşan her sanatçı, bedenin etkilenebilir, tepki verebilir olduğunu; dolayısıyla insanın varlığı süren ve bir yer işgal eden bir beden olduğunu hatırlatır. Bedeni farkedilebilir kılar.

Bedeninin sınırlarını zorlayan her sanatçının, bu zorlama sırasında ürettiği her iş/oyun/gösterim/eser bedenin kim tarafından sınırlandığına dair bir eleştiri barındırır.

Beden ve bedenin sınırlarındaki her türlü zorlama, yorma, germe, azaltma, biçim değiştirme bedenin sahibinin tavrını vurgular. Bu tavır bedenimizin sınırlarını kendimizin belirlediğine dair bir işarettir.

Beden(im)in sınırları kimliğim ile ilgilidir.

Özellikle kadın, göçmen, çok kültürlü, eşcinsel performans sanatçılarının, bedenlerine müdahale ettikleri performanslar üretmeleri bir rastlantı olamaz.

Beden(im)in sınırları benim ile, yaşadığım insanlar ile, şehrim ile, ülkem ile, bedenimi saran ve biçimlendiren alışkanlıklar, ayıplar, öğretiler ile ilgilidir.

Bedenin sınırları benim sınırlarımı açığa çıkarır. İnsan olarak, dünya üzerinde yaşayan, seçimleri, kararları olan, ilişkiler kuran, yaratan bir birey olarak, kim olduğumun haritasını çizer.

2.Kargart Performans Günleri “Bedenin (sınır)ları” 09-31 Mart 2006


YORGUN İÇİN 12. 2007_

Bir bedenin hafifliği ile kontrolü ve gücü arasındaki ilişkiyi araştırmak, bizi bedenin potansiyeline götürüyor. Nasıl bir beden ise Onu göstermek, O beden ile göstermek. Sonra bedenin değiştiğini görüyoruz, bir değişim geçirdiğini. Bir kaliteden diğerine, bazen farkedilen bazen hiç farkedilmeyen geçişler içinde. Böylece aslında bedenin potansiyeli de farklılaşıyor. Yine de o anları yakalamaya çalışıyoruz… O anda O bedenin sahip olduğu nedir? Gerçekten sahip olduğu! Beden kendini izleyenine açıyor. Gönüllü bir dikizleme yeri olarak.

-------------------------------------------

“Yorgunluğun kendisi, olası en yetkin edimdir zaten. Onunla bir şey yapılması gerekmez, çünkü yorgunluk, kendinden bir başlangıçtır, bir yapmadır.” (Peter Handke)

------------------------------------------

Uyumak zor. İçim hissettirmeden eriyor. Niye bu? Yavaşça… süzülen… tüm girdilerden çıkan… akışkan erime… Bir zamanlar benim olan organlarım etimden kemiğimden derimden sıyrılıp, benden ayrılıp bu eriyişin oluyor. Ben de böyle olduğum gibi onun olacağım. Seziyorum.
Sırf kaybolmadığımı, hala yapabildiğimi… evet, kanıtlamak için… ne yapmalıyım?
Hiçbir şey.
Varlığımızın dondurulmuş anı.
Ölü doğa.
Hapsolunmuş kararsızlık ve melankoli.
Kıpırtısız donukluğuna karşın barındırdığım enerjinin çatışması…

13.12.2007

"Yaratıcı Okuma" Sırasında


Kargart IV. Performans Günleri'nde Akademik Yaralanmalar'da ana metinlerden biri olarak yer aldı. (03 2008)

Halit’ten yaratıcılık üzerine çalışmasını istedim. O, yaratıcılığa daha önce bakmadığı gibi bakmak istediğini söyledi. Ben de kendimin kırılma noktasını yazdım. (02 2006)

Yaratıcılık bir ifade etme yolu değil. Asıl kendimi örtbas etmek için başvurduğum bir oyun. Çünkü, kendime başka türlü dayanamıyorum. Hayatın, hayatımın, dünyanın, gördüğüm biçimi ile dünyanın beni var etme biçimine/haline yaratıcılığıma sarılmadan dayanabilmem mümkün değil. Bu bir kabul edebilme aracı oluşturuyor bana. Böylece kendimi, kendimden uzaklaştırabiliyorum.

Yaratıcılık bir dürtü olarak hepimizin içinde yer alıyor bana kalırsa. Ancak/fakat kendine dayanabilme/katlanabilme ihtiyacını duymadığımız için, ya da bunu duymayanlar yaratıcılıklarına sığınma gereği/zorunluluğu da duymuyorlar. Onlar, hayatlarından memnun olanlar! Ben de onlar gibi olmak istiyorum bazen, bazen bunu çok arzuluyorum. Yaratıcılık yoruyor beni, kendimi, hayatı ve dünyayı sürekli, sonu gelmez bir süreç olarak algılayıp, hatta değiştirmeye, kabul edebilmeye değer/anlamlı kılma uğraşısı olarak yaratıcılık, bir çaba, iş olarak yaratıcılık; belki de asıl kendimi bana sunduğu için çok yoruyor. Bu bir kaçış. Büyük ve insanı esir eden bir kaçış. Yaratarak hayata tutunmak. Başka türlü hiç bir şey olmak. Ölümsüzlük ?. Ama hep, sonunda ortaya çıkan, kaçtığım ne ise Onu görüyorum.

Yani bir ot mesela. Bir tutam ot. Otun hafızası. Böyle bir şey yok ki (!)

Evren Erbatur
24 03 2006

11.12.2007

"Döndüğüm An"a dair fikirler 1

Bir şeylerin hiç olmamış olmasını dileyerek, bulunduğun yerin dışında bulunmayı istemek. Dünya’nın bu kadar olmadığına dair güçlü bir inanç ve bunu yaşayarak görme isteği. Bilmediğin yerlere, küçük ve büyük şehirlere, insanlarla değil o yerler ile tanışmaya, gözlemlemeye gitmek. Bu tür bir deneyim ihtiyacının seni yalnız bırakışı. Garip bir yalnızlık duygusu. Çünkü, o anda orada değilsin. O anda göründüğün yerde değilsin. Bir başka yerdesin. Aidiyet duygusunun kaybolduğu, sana rastlayan ve çarpan tüm görüntülerin, konuşmaların, buluşmaların, eski ya da yeni fark etmez, hepsinin hiçbir anlam yaratamadığı ve bir türlü tanımlayamadığın sana ait bir başka uzamdasın. O zaman her şey siliniyor. Ve, aslında nereye ait olduğunu soruyorsun.

Evren Erbatur
12 2005