12.12.2006

-BEDEN UNUTMAZ- 2006_

YORGUN - “kırık bir kalp”in pornografisi


Yorgun hem bir proje ve prodüksiyon hem de günden güne içeriğini çoğaltmasıyla, tasarımcılarını ve kendisini getirdiği nokta olarak bir birikimdir. … “son nokta diye bir şey yoktur, hayat devam eder”…

2004 yılında Surattaki 4 Çatlak adı ve “çalışma sürecinde gösterim” mantığı ile başlayarak; farklı mekanlar, dansçılar, oyuncular, metin, tasarım ve müzik seçimleri ile 2006 yılında Yorgun serileri haline geldi, bugünkü halini aldı.

“kırık bir kalp”in pornografisi, yalnızlık oyuncaklarını kurcalayıp, kırılan kalbini oyalamaya çalışan bir adamın otobiyografik hikayesinden ortaya çıkar. Her otobiyografik hikaye gibi kişiseldir ama yine de insanı anlatır. İlyas Odman dansçı ve koreograf olarak bir solo oluşturur. Sahnede yalnızdır. Tek başına dans eder. Böylece gösterimi izleyen bakış, sadece onun bedenine, bu bedenin nerede dans ediyor oluşuna odaklanır. Solo dans, bir yandan otobiyografi fikrini tasarımcısı için desteklerken, diğer yandan da dansçının bir insan olarak belirginleşmesini sağlar. Dansçı İlyas Odman, sahnede dans ederken, kendine ait ya da kendine dair bir alanda yaşayan bir Adam’a dönüşür.

Dansçı olarak, bedeninin sınırlarını ve gücünü denemek isteyen Odman, kendiliğinden yaratmış olduğu Adam’ın da hikayesinde benzer bir tavır oluşturur. Sahnede görülen, bir Adam’ın kendi –kimliğinin- sınırlarını denemesine doğru gider gelir. Adam, biraz da klostrofobik bir hale bürünen yalnızlığı içinde, çıkışsız ve çaresizdir. Sıkışmışlığının farkında, ama bunu durdurmak için ne yapacağını bilemeyen, dahası bunu yapamayacak denli yorgun bir Adam’dır. Yorgunluk da bir birikimdir ve türlü biçimlerde kendini gösterir. İnsanın içinde, yüreğinde, düşüncesinde, eylemlerinde, ilişkilerinde yer eder. Alışkanlık halini alır, vurdumduymazlığa ya da aymazlığa sürükler. İş yapamayacak durumda bırakır insanı. Halini, mecalini, anlamını elinden alır. Vakitsiz, yetersiz, güvensiz, sıkıcı birisi haline getirir. Kendi rutin dairesinde saklar Adam’ı.

Yorgun’un dramaturjik yapısını, Adam, beden ve oda ilişkisinden hareket ederek, otobiyografi ile birleştirmesi; gerçek ben ve gerçek bedenin, sahnede hem fiziksel hem de duygusal riskleri barındıran bir dansçı ile var olması oluşturur. Bununla birlikte, Nilgün Marmara’nın “her insan bir odalık ve bir, yalnızca bir aynalıktır. Ancak, bu odanın ve aynanın dehlizlerini bilmek önemli”dir diye yazdığı gibi, Adam bir şeyleri değiştirmek için yaptığı denemelerde kaybolarak, karanlıkta yitip gidebilir. Bununla birlikte, Oda, adamın kendine ait odasını gösterdiği, başlı başına bir uzam, her yerde ve hiçbir yerde, hatta kendi içimizde olan bir odayı teşhir ettiği için, “kırık bir kalp”in pornografisini ortaya çıkarır. Adam’ın dehlizlerine inilmesine olanak tanır. Bu aynı zamanda dansçı İlyas Odman tarafından duygusal anlamda alınmış olan risktir.

İzleyenine, bedenini gönüllü bir biçimde, bir dikizleme yeri olarak açan Yorgun, ortaya çıkarttığı Adam’ı olduğu gibi gösterir. Ancak, bir pornografi öznesi olan dansçı/Adam, izleyenine kendini açarken onu umursamaz. Kendini izleyenine hazırlamamıştır, hiç bir şey göstermez, kendisine bakılması için, algılanmak için oradadır, ama bunun için çaba sarf etmez. Tersine, bedenin fiziksel gerçekliğinin hissedilebiliyor oluşunun baskınlığı ile ne ise O’dur, ne yapıyorsa onu yapar. Dansçı gerçekten sahip olduğu bedenini ortaya koyar, o anda o bedenin sahip olduğunu yaparken; Adam’ın da kendine ait olan beden/kimliği o anda orada yer alır. Burada, pornografi’nin teşhir, oyun, sahte, gerçek arasında kurduğu ilişkinin bir benzeri vardır. Otobiyografi bir kurgusallık üzerinden sahteleştirilirken, fizikselliğin ve duygusallığın gerçekten sahneye taşınması ile bir Adam yaratılır. Bu ise, gösterim sürecinin önemli bir parçasını oluşturur. Çünkü bu süreçte, bedenin potansiyeli gizlidir. Nasıl bir beden isen onu göstermek, onunla göstermek...

Adam’ın maruz kaldığını hissetmiş olduğu her şeye nasıl tepkiler verdiği; ya da bir başka şekilde, Adam’ın maruz kaldığı her şeyden nasıl etkilenerek yorulduğu, şiddetli bir fiziksel durum ile ortaya konur. Ancak, Adam’ı yoran yorgunluğun yarattığı şiddet kendine dönerek, daha çok yorulmasına sebep olur. Türkiye’nin İstanbul’unda yaşayan bireyler olarak, böyle bir yorgunluğun ne demek olduğu bir kez daha düşünülebilir? Peter Handke kendi ile diyalog kurarak oluşturduğu denemesinde şöyle sorar/yanıtlar: “Ama yorgun olan, neden hep yalnızca sensin? - En tepelerdeki yorgunluklarım, bana aynı zamanda hep bizim yorgunluklarımızmış gibi gelirler.” Fiziksel olduğu kadar duygusal ve düşünsel bir yorgunluğun, insanı takatsiz ve bırakışı, yerine mıhlanmışcasına haraketsizleştirmesi... Kişiden bütün çevresine bulaşan bir yaşam yorgunluğunun kişiyi bezginleştirmesi; bir devletin yorgunluğunun insanlarının odalarına/bedenlerine sinerek dehlizlerini kapatması. Sonunda yorgunlukla birlikte gelen hiç bir şey yapamazlığın Adamı cezp ederek, bir dokunulmazlık, kendine has bir duruş içine sokarak yabancılaştırması, dünyadan koparması…

Öyle ise, yorgunluk ile mücadele edilmeli mi, edilebilir mi? Peter Handke, sözü edilen denemesinde yorgunluk çeşitlerini anlatırken, ele geçirilmesi, yaşanması gereken bir yorgunluğu da vurgular. Bu yorgunluk, bir zahmet, bir geçiş, üstesinden geliş sırasında oluşan bir yorgunluktur. “kırık bir kalp”in pornografisi, ne ise O olarak kendine sahip çıkmaya çalıştığı, odasına girip kapılarını araladığı, insan unutsa da bedeninin unutmadığını gösterdiği için, böyle bir yorgunluğu hatırlatmaktadır.

* Adam derken, İngilizceden gelen man sözcüğü, insan anlamında hatırlanabilir.
1) Marmara, Nilgün. “Kırmızı-Kahverengi Defter”., İstanbul: Telos Yay., 1994.
2) Handke, Peter. “Yorgunluk Üzerine Deneme”., Çev: Cemal Ener, İstanbul: Nisan Yay., 1990.

7.11.2006

TİYATRO VE MEKANI

“9 YENİ CAZİBE MERKEZİ”. 23 Kasım 2004 yılında bir gazete ekinin başlığı buydu. Haber, İstanbul’da 2007 yılı sonuna dek 9 yeni alışveriş merkezinin daha açılacağını, böylece toplam 40 büyük merkezin oluşturulacağını belirtiyordu. “Bunlardan biri bir sanat merkezi olamaz mıydı? sanatın alışverişe girebildiği böyle bir yere ihtiyacımız yok muydu?” sorularını sormaktan kendimi alamamıştım. Hala da soruyorum.

“Tiyatro ve Mekanı” farklı tartışma konuları açabilecek geniş bir içeriği işaret etse de, bu yazıda, çok basit bir yerden, gözle görülür bir mekan anlayışından yola çıkıyorum. Varacağım yer ise biraz daha farklı olacak. Yukarıdaki alıntıdan da farkedileceği gibi, birbirinden ünlü mağazaların, yiyecek ve içecek firmalarının, restoran-cafe-barların vb.lerinin yerleştirildiği, alışveriş merkezlerinin varlığına alışmış durumdayız. Dünya’nın bütün “trend”lerini aynı anda “tüketici”ye ulaştıran yapılar olarak bu merkezler, “bütün ihtiyaçlara yanıt verir” biçimde düzenlenerek, alışveriş ağının temel zincirlerini oluşturmaktalar. Her ne kadar belirli sorularımı onlar üzerinden oluşturuyor olsam da, alışveriş merkezlerinin varlığını sorgulayan bir yazı yazmadığımın altını çizmek isterim. Alışveriş merkezleri neden var sorusunu sormaktan çok, -ki bu bir başka yazının konusu olabilir niteliktedir- benzeri mekanların tiyatro alanında neden var olmadığını sormaktayım.

Tiyatro’nun tüketimi dediğimde, sanat ve tüketim sözcüklerinin ilişkilendirilmesi yadırgatıcı mı gelmektedir, emin değilim? Bir başka sorum ise şu, tiyatro’nun alışverişine kaç kişi çıkar? Yine de ben, mekan-alışveriş-insan ilişkisi üzerine düşünürken, tiyatro tüketiminin nerede gerçekleştiği, tiyatro “tüketici”sinin nerede olduğu üzerinde de durmaktayım. Böyle bakıldığında amacımın tiyatro mekanlarının yokluğunu sorgulamak olduğu ortaya çıkacaktır. Yazımda, tiyatro’nun birkaç farklı tanım taşıdığını belirtmem gerekir. Birincisi, bir sanat disiplini olarak, bütün disiplinler “adına konuşur”. İkincisi, uygulayıcılarının –oyuncu, yönetmen, tasarımcı vd.- bir bütün olarak oluşturdukları oyun olarak kullanılır. İlk ikisinden daha ağırlıklı olarak üçüncüsü ise, tiyatro’nun bir yaklaşım, anlayış, fikir, tarz, düşünüş, algılayış ve bütün bu kavramların ortaya çıkardığı bir estetik olarak var olmasıdır. Kısaca, “Tiyatro ve Mekanı” derken, sanatın mekanını arıyorum.

Alışverişe geri dönelim! Bugüne dek İstanbul’da açılmış olan benzeri merkezlere baktığımızda, şaşırtıcı rakamlarla karşılaşılıyor. Çünkü, alışveriş merkezleri bir yandan şehrin can alıcı noktalarına kurulurken, bir yandan da kapladıkları alan bakımından gözle görülür bir etki sağlıyorlar. 170,000m2, 250,000m2, 64.000m2 gibi. Sadece 5 adet alışveriş merkezinin kapladığı toplam alan 730,000m2’yi bulurken, bunlardan birisi için harcanan bütçe 200 milyon dolar.

Henüz 2007 yılına girmedik ama, sözünü ettiğim gazetede belirtilen çoğu alışveriş merkezi açılmış ve “beğenimize sunulmuş” durumda. Oysa, benzeri bir sanat merkezinin temeli bile atılmış değil. Evet, alışveriş merkezlerinin hemen hepsinde tiyatro –ve birden fazla sinema- salonu yer almakta, isimleri kültür merkezi olan yeni mekanlar yine şehrin can alıcı yerlerinde açılmaktalar. Bununla birlikte, son yıllarda ortaya çıkan, sahne ve sanat alanlarının alışveriş merkezlerinin içinde yer almaları eğilimi, başka açılardan dikkat çekici. Tiyatro’nun alışveriş merkezleri ve benzeri binaların içine sıkışmış halleri, onu binada yer alan bir mağazaya benzetirken, gezilirken görülecek/beğenilecek bir “seçenek” haline getirmektedir. Bu durum, tiyatro’nun, hem kendine özgü bir üretim sürecinin olduğunu, hem de bu sürecin tüketiminin kendi dinamikleri ile var olması gerektiğini göz ardı eder. Ürkütücü –ve bir o kadar da üzücü- bir gerçek, bugün 600, 700m2lik –ve sadece- tiyatro, dans, sergi vb. etkinliklerin yer alacağı bir gösteri mekanına kavuştuğumuzda seviniyor olmamızdır. Bu karşılaştırmaları yaparken, vurgulamaya çalıştığım nokta budur.

Tiyatro ve Mekanı’ndan söz ediliyorsa, tiyatro’nun bir malzeme olarak mekan ile kurduğu ilişkiyi de atlamamak gerekir. Bu ilişki, tiyatro tarihinin her aşamasında önemli bir yer tutmuştur, ancak özellikle, çağdaş sahneleme anlayışları doğrultusunda başka bir zemine oturur. Çünkü, çağdaş sahneleme denildiğinde alışılagelmiş tiyatro araçlarının parçalanıp, yeniden yapılandırılarak oluşturulduğu üretimler ile karşılaşılmaktadır. Aslında bugün örneklerini de izlediğimiz üretimlerdir bunlar. Sahnenin mekana, mekanın uzama dönüştüğü; oyuncunun oynayan, dans eden, şarkı söyleyen, hikaye anlatan bir performer haline geldiği; metnin ses, söz, şarkı, hareket ve tasarımla yazınsallığının ötesine geçtiği; medyalar arası (video, sinema, müzik, dans, ışık vd.) geçişkenlikle farklı anlatım olanaklarının yaratıldığı; ve izleyicinin kendi hikayesini bulmasını teşvik eden boş alanların olduğu üretimler.

Bu süreç, oyun ve izleyici arasında yeni alımlama düzlemlerinin kurulmasını sağlar. Böylece, tiyatro düşüncesinin, yeni tiyatro dilleri ile dönüşmesine etki eder. Kısaca, farklı tiyatro anlayışları/tarzlarını doğurur. Böyle bir sürecin içinde, tiyatro’nuzun mekanı, tiyatronuzun “ne” olduğunun da gösterenidir. Çünkü, belirli duyarlılıklarla oluşturulmuş tiyatro’nun, paylaşıma açıldığı mekanın, o tiyatro’nun taşıyıcısı, destekçisi, ortaya çıkaranı olması temel niteliklerden biridir. Bu süreci, Türkiye için, özellikle 1990’lı yıllarda, “alternatif tiyatro” tanımını taşıyan sahneleme anlayışlarında aramak yanlış olmayacaktır. Bugün olgunluk aşamasına gelmiş olan bu anlayış, çağdaş tiyatro tanımını sorgularken, başka tiyatrolara da zemin hazırlamıştır.

Bu anlamda İstanbul’da iki farklı mekan yapısı ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Ödenekli tiyatrolar ve Özel Tiyatrolar. İstanbul’da ödenekli tiyatrolara bağlı yaklaşık 16 sahne bulunur. Bunların üçü 2006 yılında açılmıştır. Bu yılın sonuna kadar bir tane daha açılacağı belirtilmektedir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’na bağlı Kadıköy Haldun Taner Sahnesi, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Harbiye Cep Tiyatrosu, Harbiye Açık Hava Sahnesi, Gaziosmanpaşa Sahnesi, Fatih Reşat Nuri Sahnesi, Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesi, Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi, Kağıthane Sadabat Sahnesi; Bakırköy Belediye Tiyatroları; İstanbul Devlet Tiyatrosu’na bağlı AKM Aziz Nesin Sahnesi, AKM Oda Tiyatrosu, AKM Büyük Salon, Taksim Sahnesi, Şişli Cevahir Sahnesi; Kadıköy Halk Eğitim Merkezi Sahnesi’ni sıralamak mümkündür.

Şehir Tiyatrolarınca hazırlanan oyunlar, oluşturulmuş olan repertuara göre, belirli zaman aralıklarında bu sahnelerde seyirci karşısına çıkarlar. Ödenekli tiyatro sahnelerinin mekan tasarımındaki genel özellikleri, çerçeve sahne olmalarıdır. Bu yüzden, farklı sahneleme anlayışlarının yerleşecekleri “boş alan” olma niteliği taşımakta güçlük çekerler. Ayrıca, sahnesi olmayan ya da başka tiyatro mekanlarına “sığamayan” topluluklar için, repertuarın bağlayıcılığı yüzünden sınırlı ölçüde destek verirler. Ödenekli tiyatro yapısı ile, İstanbul’daki tek ve en büyük sanat merkezi ise, –bütün anlamı ile sanata ayrılmış bir alan olarak- Atatürk Kültür Merkezi’dir. İstanbul’daki opera, bale ve kimi tiyatro gösterimlerinin –sadece- AKM’de yer alan Büyük Salon’da sahnelenmesinin, yine dikkate değer bir nokta olduğu kanısındayım. Burada yer alan bilgiler, küçük bir eleştiri niteliği de içerse, amacım, sahnelerin var olduğunu ancak var olan tiyatro ihtiyacına yanıt veremiyor olduklarını söyleyebilmektir.

İstanbul’daki Özel Tiyatroların sayısı genel bir sıralama ile 20’yi geçmektedir. Bununla birlikte, yapıları ve yapılandırılmaları birbirlerinden çok farklıdır. Örneğin, pek çoğu çerçeve sahne niteliği taşırken, tiyatro ve mekan kullanımı açısından farklı tasarımlar üreten toplulukların sayısı her geçen gün artmaktadır. Özel Tiyatro sahneleri, genelde bir özel tiyatro topluluğunun kendi mekanıdır. Ayrıca, bir vakfın ya da kurumun bünyesinde olan, ama çeşitli tiyatro etkinliklerinin düzenlendiği sahneler de bulunmaktadır. Kent Oyuncuları Sahnesi (Kenter Tiyatrosu), Muammer Karaca Tiyatrosu, Tiyatrokare, Ortaoyuncular, Maya Sahnesi, Tiyatro Z, Galata Perform, Oyun Atölyesi, Garajistanbul, Kargart, MSM Sahnesi, Stüdyo Oyuncuları, Oyuncular Tiyatro Grubu, Kocamustafapaşa Çevre Tiyatrosu, Dot, Stüdyo Drama, Hadi Çaman Tiyatrosu Sahnesi, Beşiktaş Kültür Merkezi, Akbank Sanat Sahnesi, Kulis Sanat Evi Oda Sahnesi, Enka Oditoryumu, Enka Açık Hava Tiyatrosu, Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi, Yayla Sanat Merkezi gibi örnekler sıralanabilir.

Kendi mekanlarında çalışan özel tiyatroların, mekanları ile kurdukları ilişkiye şöyle bakılabilir. Topluluğun provalarını yaptığı, etkinliklerini düzenlediği, ofis ve depo gibi benzeri amaçlar için kullandığı, çoğunlukla küçük ya da büyük bir cafe-restoranın da birlikte işletildiği sahnelerdir. Ve genellikle “fazla büyük” değildirler. Çoğunlukla, ürettikleri oyunları kendi mekanlarının boyutlarında tasarlarlar. Ancak, bugün kendi mekanları dışında üretebilme şansını bulan tiyatrolar, oyunlarını çeşitli festivallerde oynadıktan sonra, sadece ve sadece başka bir mekana sığdıramadıkları (!) için oynayamamaktadırlar. Bu sahnelerin başka bir özelliği de, diğer topluluklara prova yapma ve oyunlarını sergileme olanağı kazandırmalarıdır. Ek olarak, sahnelerini, profesyonel, yarı-profesyonel ya da amatör etkinliklere kiralamaktadırlar. Bununla birlikte, özellikle bir vakıf ya da kuruma bağlı değilse, ya da ödenek almıyorsa, bütün Özel Tiyatroların “korkusu” gelir-gider dengesine/dengesizliğine bağlı olarak sahnesini kapatmak zorunda kalmaktır.

Bütün bu rakam ve karşılaştırmalar ile varmaya çalıştığım şudur: 60.000m2’yi, 170.000m2’yi kaplayan bir sanat merkezinden söz edebilmenin ihtiyacı içindeyim. Bu ihtiyaç, tekelci bir mantıktan çok uzakta, sanatın türlü biçimlerde alışverişe gireceği bir mekanın varlığı ile ilgidir. Sanatçıların ve seyircilerin buluşabildikleri, izleme-izlenme ilişkisi dışında konuşabildikleri, okuma ve tartışma odaları olan, kitap, dergi, CD, DVD, CD-Rom gibi kaynaklara sahip olan ya da kolayca ulaşılabilirlik sağlayan, prova alanlarının ve farklı gösterilerin yapılarına uygun salonların yer aldığı, sanat öğrencilerinin, sanat ile ilgilenmek isteyenlerin öğrenebilecekleri, çalışabilecekleri, hem yaşadığı ülkenin hem de dünyanın sanatını tüketme ve üretme olanağını veren bir mekanın ihtiyacı ile ilgilidir. Böyle bir mekanın olmasına ihtiyaç duymak, ayrıca, şu ana dek sıraladığım sahneleri görmezden gelen bir tavır taşımaz. Taşıdığı tavır, birbirine benzemeyen, ama benzemediği için iyi ya da kötü olarak değil, farklı olarak tanımlanabilecek tiyatroların, kendilerini yerleştirebilecekleri bir alandan söz eder. Bunlara ek olarak da, izleyenlerin ve izlenenlerin tiyatro’nun sürecine, alışverişine gireceği bir ortamdan.

Alışveriş merkezleri üzerinden ve doğrudan rakamsal olarak ortaya koyduğum bir karşılaştırma ile başladım. Bununla birlikte önemli olan rakamlar ya da karşılaştırmalar değildir. Gerçekte, binalar sonuçtur. Belirli görüş ve sistemlerin sonuçları. Yukarıda sıraladığım nitelik ve olanakları barındıran “merkez”lerin olamayışının, böyle bir sonuca gelememiş olmanın, derinde yatan başka nedenleri bulunmaktadır. Çünkü, tiyatro’nun mekanı sadece binalar değildir. Örneğin, çeşitli oyunların, yönetmenlerin, oyuncuların, seyircilerin, tasarımcıların, eleştirmenlerin, araştırmacıların bir araya geldiği festivallerden söz edebilirim. Kağıda basılmış ya da on-line dergilerden, ve kitaplardan. Burada da bir alışveriş söz konusu değil midir? Değiş-tokuş edilen bir süreç, bir “şey” yok mudur?

“Tiyatro ve Mekanı” dediğimde, tiyatro’nun “yapıldığı” bir yerden söz ediyorum. Bu yerde, tiyatro ve seyirci karşılaşır. Bu karşılaşma ise, yazıda kullanılan tiyatro tanımları hatırlanacak olursa, sadece uygulayıcıları tarafından üretilmiş bir oyunun seyredilmesini değil, ama bu seyredilme yolu ile düşünce, estetik, anlayış bütününün paylaşıma açılmasını içerir. Ben buna kısaca duyarlılıkların karşılaşması demeyi seçiyorum. Bu anlamda, tiyatro tüketimini bu duyarlılıkların alışverişe geçmesi olarak görmekteyim. Ve ister karşılaşma, ister paylaşım, isterse izleme-izlenme ilişkisi olsun, sonunda bütün bu tanımların, tiyatro özelinde özellikle altını çizersem, aynı kavrama vardığı görülecektir. İletişim.

Tiyatro’nun mekanı düşüncelerdir bir bakıma, başta da söylediğim gibi farklı tarzların, estetik görmelerin iletişime geçmesidir. İronik bir biçimde, İstanbul’da kaç festivalin, kaç derginin olup olmadığı da düşünülebilir elbette. Bu yüzden şimdi, doğal, olağan, gündeliğin içinde, kendi biricikliğini kendine özgü dinamiklerde oluşturan bir sanat merkezinden, sanatın tüketimde olması sürecinden söz etmenin sırasıdır. Alışverişin bir iletişim biçimi de olduğunu düşünmenin, duyarlılıklarımızı açabileceğimizin farkına varmanın sırasıdır. Tiyatro’nun “sığabileceği” bir mekanın varlığı, kendimizin de tiyatro’yu barındırma olanağımızı anlamaktır. Bu ise, içimizdeki tiyatronun inşasının tamamlanması demektir. Bu bir ütopya!

***

http://www.devtiyatro.gov.tr
http://www.ibb.gov.tr
http://bbt.bakirkoy.bel.tr
http://www.tiyatrotarihi.com/tiyatro_salonlari.html
http://www.enkasanat.org